Ben dar giysilerden hoşlanmam, boğulacak gibi olurum. Örneğin hayatımda hiç blucin giymedim.
Bayram gelince en büyük endişelerimden biri de dar elbise giymek olurdu. Çocuklar bayramda yeni
giysilere kavuşunca sevinirler. Hatta ellerinde yeni ayakkabıları poz veren bile vardır. Ben ise tam
tersine, bayram gelince babam bana zorla yeni, dar giysiler giydirecek diye korkuya kapılırdım.
Gerçekten de korktuğum başıma gelirdi, dar ayakkabı, dar pantolon, gömlek. Tüm çocukların sevinçle
beklediği bayram sabahı bana zehir olurdu.
Bir de komşu ziyaretlerini sevmezdim. Ama bazılarını. Düşünün bir kere mahallede sevmediğin, hep
kavga ettiğin çocukların evine gidiyorsun, uslu uslu oturmak zorundasın. Çekilmez bir şey.
Arkadaşınsa kal, hatta anan, baban başka ziyarete gittikten sonra bile kal, sorun yok, ama sevmediğin
çocuk, başlardım yaramazlığa.
Giyindik, temizlendik, anamız bizi komşuların elini öpmeye salardı. O zamanlar el öpene şeker verilir
ama yanında bahşiş ve bir de mendil verilirdi. Yetmiş yıl öncesinde topladığım mendiller hâlâ duruyor.
Sonunda büyüdük, el öptürme sırası bize geldi. Bayram sabahı tak kapı, amca elini öpeceğim. Tanıdık,
tanımadık, komşu veya uzaktan. Hepsine şekerleri ve bahşişleri hazır ederdik. Hele bir genç vardı
Patlangıçta otururken, bir bayram ikinci sefer geldi. "Ne oluyor, sen dün de gelmemiş miydin" diye
sordum. Çocuk sokakları karıştırmış, bizim sokağı yeniden dolanıyormuş. Söylediğine göre tüm
Fethiye'yi dolaşıyormuş. Şekerci dükkanı açacaktı anlaşılan.
Son birkaç yıldır kapım çalınmaz oldu. Önce kabahati kendimde aradım, çocuklar bizi unuttu diye
düşündüm. Baktım hiçbir yere gitmiyorlar. Unutmuşlar artık bu işleri. Cep telefonlarına gömülmüş,
sanal dünyada koşturuyorlar.
İşte böyle böyle kimliğimizi yitiriyoruz. Yakın gelecekte çocukluktaki halimizi tanıyamaz olacağız. Bizi
biz yapan herşey yavaş yavaş önümüzden kaymakta. Ruhsuz, heyecansız hayaletler haline geleceğiz.
Bir haftadır eve kapandım, sokağa çıkmıyorum. Sokaklarda garip bir araç kalabalığı var. Ölüdeniz
yönüne trafik adım adım ilerliyor. Plakalara bakıyorum, 34,35,06 çoğunlukla. Bunlar sekiz on saat kan
ter içinde bir yolculuktan sonra buraya geldiler. Dinlenmeye vakit bulamadan haydi denize. Orada da
iğne atsan yere düşmez. Bir curcuna, bir sefillik. Akşam yemek yemek istese cüzdan boşalacak.
Dönerken aynı çile. Belki de tatilden sonra bir hafta hasta yatacak.
Kim öğretti bunlara, bayram deniz, kum, güneş demektir diye. Bir zamanlar İngilizlere şaşıyorduk,
şimdi bizimkiler de aynı hastalığa tutuldular. Aynı koyun sürüsü gibi bir oraya bir buraya salınıp
duruyorlar.
Kuyruk, kalabalık her yerde var. Şimdi bir de kahve kuyruğu çıkmış. İnsanlar o yabancı isimli
dükkanlarda karton bardaklar içinde yabancı malı kahve içmek için kuyruğa giriyorlarmış. Sonra da
sokağa bakan bir köşeye oturup "Bak, ben burada kahve içtim" diye kendilerini fotoğraflıyorlardır her
halde o ellerindeki dikdörtgen şeklindeki şeytan kutusuyla. Geçende kuyrukta bayanlar sıra kavgası
yapmış. İkisi örtülü bayan bir örtüsüz bayanla tartışmışlar. İş çağdaşlık, laiklik konusuna dönüşüvermiş
hemen. Kızım sen önce yemek pişirmesini öğren. Artık kimse evde yemek yemez oldu. Sokakların
kenarı restoran, kafe masalarıyla doldu. Sonra da yemekler çok pahalı diye şikayet ediyorlar.
Müstahaktır bunlara.
Nasıl oldu da buralara geldik? İkinci Dünya Savaşından sonra ABD milli eğitime el attı. Fulbright eğitim
modeli ve burslarıyla eğitim milli olmaktan çıktı. Denize döktük dediğimiz düşmanı kendi ellerimizle
buyur ettik. Kapitalist Batı reklamları, radyo ve televizyon programlarıyla ülkemize bir kültürel saldırı
başlattı. Amaç bizi kendilerine benzetmek ve ülkeleri için yeni bir tüketim pazarı yaratmaktı. Bunda da
başarılı oldular. Eskiden ihtiyaç duymadığımız şeyleri arar olduk. Onların peşinde koşacağız diye
ömrümüzü tükettik. Üniversitelerimiz de buna ön ayak oldu. Her kasabada bir fakülte açtık. Kafası
boş, ruhu satılık gençler yetiştirip ortalığa saldık. Tek amaçları tüketmek, daha çok tüketmek olan bu
gençler şimdi aramızda serseri mayın gibi dolaşıyor.
Son on yılda ülkemiz yeni bir faciayla karşı karşıya kaldı: dikdörtgen şeklindeki şeytan kutusu, yani
akıllı telefon. Bir düğmeye basınca bütün dünya önünde. Hangisi yalan, hangisi uydurma nereden
bileceksin. Artık insanları zehirlemek için bir yerlerden öğretmen yollamaya da gerek yok. Şeytan
kutusunun içinde her şey var. Kumanda onlarda, bizler mankurtlaşmış yaratıklar olarak onların
emrindeyiz artık. Bir mesajla bizi yönlendiriyorlar, farkında bile olmuyoruz. Her şeyi kendi isteğimizle
yaptığımızı sanıyoruz. Yaşasın özgürlük.
Bu işe bir son vermenin zamanı geldi artık, yoksa çok geç olacak, dönülmez bir yola gireceğiz. Başta iki
çözüm görülüyor, öncelikle üniversitelere el atılmalı, devlete ve millete yabancı insanlar yetiştiren bu
kurumlar baştan aşağıya yenilenmelidir. İkincisi ve daha önemlisi, internet yayınları denetim altına
alınmalı, her isteyenin her istediği yalanı ve reklamı yaptığı bir şeytan kutusu olmaktan çıkarılmalı,
gerekirse bazı servisler tümden yasaklanmalıdır. Başka kurtuluş yolu yok