Bir zamanlar tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de açlık ön plandaydı. Bir deri, bir kemik kalmış insanlar sokaklarda dolaşıyorlardı. O günlerde insanların tek kaygısı karın doyurabilecek bir şeyler bulabilmekti. Şişmanlık bir nimetti. İnsanın karnının doyduğunu gösteriyordu. Şişmanlar toplumda saygı da görüyorlardı. Çünkü onların çoğunluğu varlıklı kişilerdi.
O günlerden kalma bir söz vardır; "Tosun gibi maşallah". Çocuk etine dolgun, biraz yapılı, yanakları da al al ise sağlıklı sayılıyor ve bu gibi sıfatları hak ediyorlardı. Analar zorla çocukların ağzına besliyorlar "Ye evladım, kemiklerin et tutsun" diye dua ediyorlardı.
Şimdi işler değişti. Bazı Afrika ülkeleri dışında aç insan kalmadı dünyada. Ayrıca şişmanlığın da o kadar iyi bir şey olmadığını herkes öğrendi. Ama bakıyoruz, sokaklarda yağ tulumu gibi gezen insanların sayısı sürekli artıyor. Özellikle çocuklar, bir taraftan yürürken ellerindeki yabancı malı şekerli sıvılardan yiyip içmekle meşgul. Anlaşılan harçlıklarının tamamını da bunlara harcıyorlar. O iş bittikten sonra ellerine tablet veya cep telefonunu alıp sanal dünyaya dalıyorlar.
Bizim gençliğimizde yemeğimizi yer, sonra sokağa koşardık. Akşama kadar arkadaşlarımızla koşar, oynar, anamız çağırmadan da eve girmezdik. Yorgun, argın, terli eve geldiğimizde ise bir leğenin içine oturduktan sonra kafamızdan aşağı birkaç tas su dökülürdü. Bu su bazen aşırı sıcak, bazen de buz gibi olurdu. Ben kıvamında bir su ile yıkandığımı hatırlamam. Tabii ki bu durumda şişmanlama diye bir sorunumuz olmazdı.
Eskiden açlık, zayıflık ne kadar büyük bir tehlike idiyse şimdi aşırı yemek ve şişmanlık sağlığımızın karşısında bekleyen en büyük tehlike. Hareketsiz geçen bir çocukluk yaşamından sonra iş hayatında da oturarak masa başında çalışmak en büyük tercihimiz. Gençler masa başı iş olsun, kazancı önemli değil diyorlar. Ellerine takım almak, ter dökmek zorlarına gidiyor. Zaten masa başında da bir iş yaptıkları yok. Karşılarına gelen vatandaşa başlarını kaldırıp da "buyrun" demek yorucu oluyor onlar için. İş başında bile cep telefonlarından gözlerini ayıramıyorlar. Belki de akşam eve gidince ellerinde bira bardağı, yağlı çerezlerle televizyonun karşısına geçip orada uyuya kalıyorlar. Bunun başlıca suçlularından biri de devletimiz. Çocuk okula ilk başladığı gün tüm kitaplarını masanın üstünde buluyor. İlk öğrendiği şey "demek ki çalışmadan bazı şeylere sahip olunabiliyormuş". Öbür tarafta öğretmen Atatürk'ün vecizelerini sayıp döküyor "Türk, öğün, çalış, güven". Çocuk şaşırıyor "Öyyetmenim, Atatürk bize çalış demiş, ama devlet bize çalışmadan onca kitabı gönderdi. Hangisine inanalım biz şimdi?"
Yaş kırka gelince yağlı vücutlar biraz daha yağlanıyor, göbek ve göğüsler aşağıya doğru sarkıyor ve sağlık problemleri başlıyor. Şeker, tansiyon, kalp, hatta kanser şişman insanlarda daha kolay yer buluyor. Hele birde sigara, alkol varsa ölümlerden ölüm beğen. Adam bütün bu sorunların kendi yaşam tarzından ileri geldiğinin farkında değil. Koşuyor doktora. Doktor hastayı bir kere eline geçirmiş, hele biraz da paralıysa iş tamam. Şu ilaç, bu karışım, bu rejim, şu hareketler derken yıllar geçiyor ama şişmanlık arttıkça artıyor. Belki doktor bilerek işi uzatıyor, belki de hasta onun dediklerine uymuyor.
Bir de medyamız var. Medyamızda bilgiler uçuşuyor. Ama bir bakıyorsunuz hepsi birbirleriyle çelişiyor. Bundan 20-30 sene öncesine kadar tüm hastalıkların nedeni olarak kolesterol gösterilmişti. Doktor reçetesinin başına kolesterol düşürücü ilaçları yazıyor, arkasından da perhiz öneriyordu. Perhizin başlıca cezalısı ise yumurta, ikinci cezalısı ise kırmızı et idi. Aradan zaman geçti, kolesterol ilaçlarının yan etkileri olduğu söylendi, doktorlar kolesterol peşinde koşmayı bıraktılar. Şimdi moda şeker, en başta früktoz. Şekerin en büyük zehir olduğuna dair bir bilgi fırtınası yüklü medyada. Türkiye'de bunun başını Canan Teyze çekiyor. Kadın şekeri resmen zehir ilan etti. meyve yemeyi yasakladı. Ekmek baştan beri yasak. Baklava, börek bunların adı bile yok. Teyze diyor ki her gün şekersiz kereviz reçeli yiyin, benim gibi buruşuk olmazsanız gelin yüzüme tükürün.
Canan Teyze özünde doğru konuşuyor, ama işi oldukça abartıyor. Fruktoz, yani meyva şekeri bağırsaklarda hiç sindirime uğramadan doğrudan kana karışır. Kandaki şeker oranı arttığında insülin hormonu devreye girer ve bunun fazlasını karaciğere yollar. Karaciğer bu fazla şekeri yağ olarak önce kendi dokularında, sonra da vücudun göbek başta olmak üzere çeşitli yerlerinde depolar. Hamur işleri de sindirildikten sonra şekere dönüştüğünden aynı etkiyi yapar. Ancak arada bir sindirme süresi geçtiğinden etkileri o kadar vurucu olmaz.
Peki şeker zehir midir? Hayır. Vücudun yakabileceği oranda, yavaş yavaş alınırsa bir sakıncası yoktur. Örneğin bir sporcu spor yaptıktan sonra aşırı miktarda şekere ihtiyaç duyar. Çünkü vücudundaki şekerin çoğunu yakmıştır. Ayrıca şekersiz tüm hayati fonksiyonlarımız durur, şeker bir ihtiyaçtır. Ancak doğru miktarda ve yavaş alınırsa. Ben derim ki, hareketli bir hayat yaşayın, boş durmayın, sofraya bir oturuşta bir tepsi baklava yemekle övünmeyin.