İnsanoğlunun tarih boyunca karşılaştığı en büyük sorunlardan biri adalet ve haksızlığa karşı durmaktır. Sosyal yapılar ve inanç sistemleri içerisinde haksızlık, zaman içinde farklı yüzler ve boyutlar kazanmıştır. İslâm, üzerine inşa edildiği temel prensipler gereği bu tür olgulara karşı duyarlı bir yaklaşım sergilemektedir. Bu bağlamda, "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" sözü, yalnızca bir ilke değil, aynı zamanda bir duruşu ifade etmektedir.
İslâm, insanları adaletli olmaya, haksızlık karşısında seslerini yükseltmeye ve mazlumun yanında durmaya teşvik etmektedir. Kur'an-ı Kerim’de geçen "emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil münker" ilkesi, yani iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, bu çerçevede önemli bir yer tutmaktadır. Müslüman bir birey için, adaletin sağlanması, toplumda huzurun tesis edilmesi ve bireylerin haklarının korunması en öncelikli vazifelerdir. Dolayısıyla, bir Müslüman, adaletsizliğe karşı kayıtsız kalamaz.
Haksızlıklar pek çok farklı şekil alabilir; ekonomik istismar, sosyal ayrımcılık, hukuki adaletsizlik ya da baskıcı politikalar. Bu tür durumlar, bireylerin ve toplulukların yaşam kalitesini doğrudan etkileyerek toplumun dokusunu zedeleyebilir. Adalet duygusunun zayıflaması, toplumda derin yaralar açar ve bu yaralar, zamanla toplumun genel ahlak anlayışını da etkileyebilir. Bu nedenle, haksızlık karşısında durmak ve ses çıkarmak, kişisel bir sorumluluğun ötesinde, sosyal bir gerekliliktir.
Haksızlık karşısında susmayı tercih eden bir birey, zamanla bu durumu içselleştirecek ve suskunluğu bir alışkanlık hâline getirecektir. Bu da, toplumda haksızlıkların artmasına, ahlakî değerlerin zayıflamasına yol açar. Aynı zamanda, haksızlık karşısında sergilenen bu kayıtsızlık, zalimin daha da cesaretlenmesine neden olur. Zalimler, karşılarında bir muhalefet bulmadıklarında, yaptıkları haksızlıkları daha da artırma cüretini gösterebilirler. Bu nedenle, haksızlığa karşı direnmek, sadece bir tercih değil, bir zorunluluktur.
Haksızlık karşısında susmanın bir diğer boyutu ise, cemaate olan etkisidir. Toplum, bireylerden oluşur ve bireylerin tutumları, sosyal yapının temel taşlarıdır. Eğer bireyler, etraflarındaki haksızlıklara karşı kayıtsız kalırsa, bu durum toplumun genel moral ve etik yapısını zedeler. Nitekim, "susa dilsiz şeytan" ifadesi, bu kayıtsızlığın ortaya çıkan olumsuz sonuçlarını çok iyi bir şekilde özetler. Haksızlık karşısında sessiz kalan birey, aslında o haksızlıkların bir parçası hâline gelmekte ve toplumun adalet algısına büyük bir zarar vermektedir.
İslâm, doğru olanı savunmayı ve yanlış olanı eleştirmeyi bir ödev olarak görür. Bu kapsamda, müslümanlar birbirlerinin haklarını gözetmekte ve adaletin sağlanması için çaba göstermektedirler. Haksızlık karşısında ses çıkarmak, yalnızca bir dini yükümlülük değil; aynı zamanda vicdani bir sorumluluktur. Kişinin kendi vicdanı, haksızlık karşısında tavır alma konusunda en büyük rehberidir. İslâm'ın öğretileri, bireyleri bu konuda bilinçlendirmekte ve haksızlıkların karşısında durabilme cesaretini aşılamaktadır.
Sonuç olarak, "haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" sözü, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda eyleme geçme çağrısıdır. Haksızlıklar karşısında sessiz kalanlar, zamanla bu durumu kabullenir ve bir tür pasif onay verme durumuna girerler. Müslüman bireyler, yükümlülüklerini hatırlamalı ve adaletin gerçekleştirilmesi için çaba göstermelidir. Çünkü adalet, sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal bir gerekliliktir. Herkesin sesinin yükseldiği, haksızlıklara karşı durduğu bir toplum, ancak bu şekilde inşa edilebilir ve sürdürülebilir. Nitekim, haksızlık karşısında sesini yükselten her birey, adaletin gerçekleşmesine dair bir ışık olur ve toplumun moraline katkı sağlar.